Neler Oluyor
Bizler İnandık Siz de İnanın, Dünya Kupası’na Katılın
İlk olarak; 14 Kasım 2001 yılında İstanbul Ali Sami Yen Stadı’nda duymuştum bu tezahüratı. Haylaz lise tayfası olarak, kupa yolundaki son maçta ülke milli takımına destek için gündüzden stat önündeydik. Türkiye; Avusturya’yı ikinci maçta da yenecek ve yıllar sonra ilk defa Dünya Kupası’na gidecekti. O gün maç sonrası Türkiye’nin Dünya Kupası’nı alabileceğini hayal etmiştim. Fakat malum tezahüratın, yıllar sonra bizzat yerinde izlediğim kupa ile ilgili yazımın başlığı olacağını hayal bile edemezdim.
Sanırım hayal bile etmeyi hayal edemediğim bir hayalimi gerçekleştirdim. Evet… 2018 Dünya Kupası için Moskova’daydım.
…
2017 sonbaharında kupaya gitme niyetine girdiğimde her şey çok çok uzaklardaydı. Kupaya sekiz ay vardı ve pek çok risk söz konusuydu. O gün orada olabilecek miyiz acabalar ile alınan biletler, biriktirilen paralar, yapılan rezervasyonlar biraz ürkütüyordu. Fakat “galiptir bu yolda mağlup olan” felsefesi, o dönem bizlerin motivasyonu oldu ve bugünlere krizsiz gelmemizi sağladı.
Kısaca bahsetmek gerekirse; FIFA bu ve benzeri organizasyonlarda kurayı çekmeden önce maç takvimini belirlemektedir. Hangi grubun, hangi maçlarının, hangi tarihlerde ve hangi statta oynanacağını öncelikle belirlemekte ve bu biletleri satışa sunmaktadır. Ayrıca bu kupada bilet alan her seyirciye FAN ID adlı bir kart sunulmakta ve bu kart sayesinde Rusya’ya vizesiz giriş mümkün olmaktadır.
Tüm bu detaylar sonucunda; henüz maçların başlamasına 7-8 ay kala ve 21 Haziran 2018, saat 21.00’da Nizhny Novgorod’ta oynanacak maç için bir bilet satın almıştık. Kuralar çekildiğinde ise heyecanımız bir kat daha artmıştı. Çünkü izleyeceğimiz maç Arjantin-Hırvatistan maçıydı. Günler, aylar geçtikçe her futbolseverin başına gelen, kupayı daha çok hissetme hastalığı(sevdası) bizi bir maça daha bilet almaya itmişti. Novgorod öncesi, final maçının da oynanacağı Luzhniki Stadı’nda Portekiz – Fas maçına da biletimizi almıştık. Artık her şey hazırdı ve uçağımızın kalkacağı 18 Haziran tarihine geri sayım başlamıştı.
Moskova’ya indiğimiz ana kadar her şey sanki hiç olmayacakmış kadar hayallerdeydi. İndiğimizde çözmeye çalıştığımız Kiril Alfabesi ve karışık metro ağı bizlere güzel bir çimdik atmış ve bu hayalden uyandırmıştı. Evet, artık Moskova’daydık ve Dünya Kupası Organizasyonu’nun bizzat ortasındaydık. İlk iki gün; kent merkezinde kurulan FAN FEST’te maçları izledik. Özellikle Rusya-Mısır maçında ülke insanı ile birlikte gol sevinci yaşamak tarifsiz bir duyguydu.
Rusya artık bir üst turdaydı ve Kızıl Meydan gerçekten yanıyordu. Yıllardır kupaya giden yorumcuların canlı bağlantılarda söylediği “Bizler de burada olmalıydık” klişesinin adeta buram buram yaşıyorduk. Bizler burada olmalıydık. Ve özellikle mağlup teknik direktörlerin klasik bahanesi “önemli olan buralarda kalıcı olmak” söylemi aslında çok samimi ve gerçekçi bir duyguydu. Ülke bayraklarına sarılmış Arjantinliler, İzlandalılar, Nijeryalılar, Meksikalılar, Japonlar; Aziz Vasil Katedrali önünde bir olmuş sarmaş dolaş fotoğraflar çekiyorlardı. Hep bir ağızdan farklı dilde marşlarını söylüyor, karnaval ortamını iliklerimize kadar hissettiriyorlardı. Gerçek bir hayalin rengârenk dünyasında, sanki tam da merkeze oturmuş etrafı seyreyliyorduk. Harikuladeydi…
Katlanarak devam eden mutluluk hali artık zirveye tırmanmıştı. Maç günü gelmiş çatmış ve Luzhniki Stadı’na doğru yola koyulmuştuk. Fas tarafının şarkılarıyla stada girişimiz, Ronaldo’nun golüyle Portekizlilerin sevinci ve maç sonunda birbirlerini kutlayan iki ülke taraftarı “sahalarda görmek istediğimiz şeyler” sözüne atıfta bulunuyordu. Maç çıkışı futbolun tadı tam manasıyla damağımızdaydı. Ertesi gün daha da yorucu olacaktı. Sabahında ise Novgorod Treni’nde Arjantinliler ile birlikteydik.
Milliyetçi duygularımızın kabarmasıyla TRT’ye verdiğimiz röportaj ve kale arkasına astığımız Türk Bayrağı sonrasında maç başlamıştı. Messi gerçekten hayal kırıklığı yaşatmıştı fakat büyük teselli Luka Modric’ti. Biz ise, maç sonrası ağzımız kulaklarda Nizhny Novgorod sokaklarına kendimizi bırakmıştık. Kalan iki günde ise biraz daha turist olmaya karar vermiştik. Arbat Caddesi’nde turluyor, Brezilyalılar ile fotoğraf çektiriyor, Panamalılarla kadeh tokuşturuyor, Japonlarla 2002’yi konuşuyorduk. Dünyanın en büyük organizasyonundan ayrılıp ülkeye döndüğümüzde yorgun ama çok mutluyduk.
Dünyanın ve futbolun kalbi bir ülkede atıyordu.
Ve biz oradaydık…
Artık unutulmazdı…
Umarım bir dahaki sefer ülke olarak hep beraber orada oluruz.
Çünkü oralar, gerçekten “HEP BERABER” olmayı bilenlerin ve bu erdemi yense de yenilse de kaybetmeyenlerin yeriymiş.
Öğrenmiş olduk…
Not: Büyük Usta Nazım Hikmet’in kabrine uğramadan dönmek bize yakışmazdı. Huzurla uyusun…
1985’te İstanbul’da başlayan hikâye; beş yıllık Kocaeli molasının ardından Bostancı’da devam etmektedir. Kendisi, İstanbul’da yürüyerek ilköğretim okuluna (ki bizim zamanda ilkokul, ortaokul vardı) gidebilen son neslin insanı olmuştur. Lise yıllarında ise Bostancı-Üsküdar (2 numara) belediye otobüsü ile tanışmış ve akbili ilk kullanan öğrenci grubu arasında yer almıştır. “E” harfini gurbetçi topçular gibi biraz uzatarak söylemeye çalıştığı dönemler, Anadolu Lisesi’nde Almanca hazırlık okuduğunun bilinmesini istediği dönemlerdir. Fakat kendisi Almancayı hiçbir zaman doğru konuşamamış hatta hiç konuşamamıştır. Üniversite yıllarında sivil itaatsiz olarak sivil toplum ile uğraşmış, Kocaeli’nin gündemini Kocaeli’den daha iyi takip etmiştir. O dönemler başladığı Walkman’den kaset dinleme sevdası, günümüze kadar aksi yönde seyrederek plaktan müzik dinleme sevdasına kadar gerilemiştir. Kendisi doğuştan olmasa bile Prekazi’nin Monaco’ya attığı golden beri iyi Galatasaraylıdır.