Ordan Burdan
Şimdi İstanbul’da Olmak Vardı Anasını Satayım!
Dünya tek bir ülke olsaydı İstanbul başkent olurdu vecizesiyle zamanında pamuklara sarmalanmış kentimiz, hepimizin baş şikâyeti, kronik problemi olmuş durumda… “Bir dokun bin ah işit” ve “İstanbul” bu kentin giriş tabelasında artık hologram olarak kullanılmakta… Trafikten şikâyet edenlerle, kalabalığa isyan edenlerin kesişim kümesi, bayram günleri boş kümesini hasretle beklemekte…
Peki, gerçekten bu kent bu kadar mı kötü? Hiç mi yaşanmaz? Hiç mi çalışılmaz? Hiç mi umut yok?
Bu kentin tadı bu kadar kaçtı mı? İstanbul artık mazide mi kaldı?
Belki de kentte nefes almak, kenti hissetmek ve tadını çıkarmak için ufak da olsa bir ışık, bi tutam fikir vardır içimizde…
Bakalım bakalım…
Öncelikle kritik noktaları belirleyelim;
Bu kentte kendimize ne kadar vakit ayırıyoruz? Öyle klasik şilebezi hafta sonu kaçamaklarından bahsetmiyorum. Bu gün benim günüm; işe de gitmem, telefonu da açmam, eve de kapanmam dediğiniz günler hangi günler? Yoksa hiç mi yok? Haydi, bir gün izin alın ve bir tura çıkalım.
Bazı kentleri anlamak ve hissetmek için maalesef kentin tersi yönünde hareket etmek gerekir. O kentlerin jeopolitik kaderi bu olsa gerek ki; herkes işe giderken tatil yapmak, herkes yatarken çalışmak, öğle yemeği vakti dolu mideyle gezmek gibi aksi hareketler kentin ve kentlinin bünyesini ciddi biçimde rahatlatmaktadır. Denemekte fayda var.
Son olarak şu kulaklıklardan, cüzdan içinde biriktiğimiz saçma sapan kartlardan, kolumuzdaki saatten, ayağımızdaki köseleden topukludan, dar paçalardan, kalın tokalardan kurtulalım. Şu kenti bir kere de sandaletle, terlikle, şortla, şapkayla gezelim (Telefon yanımızda kalsın. Arayan soran olur. O kadar da abartmayalım ayrıca. Ferrari’yi satacak düzeye daha çok var).
Sonrası ise çok daha kolay;
Klima altı ofisimizde otururken şuraya uçak bileti şu kadar ucuzmuş reklamlarına tıklayıp bilmem kaç ay sonrasına yurtdışı planları yapıyoruz ya hani… Kahve molalarında arkadaşları ayartıp kalabalık bir ekiple Viyanalara, Ukraynalara, Hollandalara çıkarma yapıyoruz ya… İşte bu ruhu kaybetmeden hemen kendimize İstanbul’dan İstanbul’a, hem de öyle birkaç ay sonrasına değil hemen gelecek haftaya bir bilet ayarlıyoruz. Nazik patronlarımızdan ve pek muhterem insan kaynaklarından gereken izni alıyoruz. Ve o günün sabahına doğru kalan günlerin üzerinden geçerek yol alıyoruz.
Peki, o gün ne mi yapacağız? Çok kolay…
Koy önüne güzelim İstanbul’un haritasını… Ver kararını… Aya Yorgilere mi çıkarsın, Balat’ta mı turlarsın, camileri mi gezersin, kilise fotoğrafı mı çekersin, Eminönü sokaklarında volta mı atarsın, Kadıköy’ünde bira mı içersin… Seç seçebildiğin kadar. Kent senin.
Tadını çıkar…
Sevgiyle…
BONUS ☺
1985’te İstanbul’da başlayan hikâye; beş yıllık Kocaeli molasının ardından Bostancı’da devam etmektedir. Kendisi, İstanbul’da yürüyerek ilköğretim okuluna (ki bizim zamanda ilkokul, ortaokul vardı) gidebilen son neslin insanı olmuştur. Lise yıllarında ise Bostancı-Üsküdar (2 numara) belediye otobüsü ile tanışmış ve akbili ilk kullanan öğrenci grubu arasında yer almıştır. “E” harfini gurbetçi topçular gibi biraz uzatarak söylemeye çalıştığı dönemler, Anadolu Lisesi’nde Almanca hazırlık okuduğunun bilinmesini istediği dönemlerdir. Fakat kendisi Almancayı hiçbir zaman doğru konuşamamış hatta hiç konuşamamıştır. Üniversite yıllarında sivil itaatsiz olarak sivil toplum ile uğraşmış, Kocaeli’nin gündemini Kocaeli’den daha iyi takip etmiştir. O dönemler başladığı Walkman’den kaset dinleme sevdası, günümüze kadar aksi yönde seyrederek plaktan müzik dinleme sevdasına kadar gerilemiştir. Kendisi doğuştan olmasa bile Prekazi’nin Monaco’ya attığı golden beri iyi Galatasaraylıdır.